Muline:
Kurdele nakışının olmazsa olmazı bir başka malzemesi de muline ipidir.
Anchor ve DMC marka mulineler, hem kalite açısından hem de renk çeşitliliği açısından göz dolduruyor.
Ben henüz bu ikisinin arasında ki farkı anlayabilmiş değilim.
Tek fark fiyatlarında; biri 75 kuruşa diğeri 65 kuruşa satılıyor.
Hangisinin rengi hoşuma gittiyse onu alıyorum.
Muline, yapacağımızın modelin altyapısını oluşturmakta kullanılıyor.
Özellikle çiçeklerimizin sapları ve bağlantı noktalarını muline yardımıyla gerçekleştiriyoruz.
Yaklaşık 8 metre ve 6 kat olarak piyasaya sunulan iplerin uygulamasını 3 kat olarak yapıyoruz.
Anchor’un sitesini gezdiğimde mulinelerin yaklaşık 460 renk çeşidinin olduğunu gördüm.
Ben çoğunlukla yağ yeşili tonunu severek kullanıyorum.
İp almaya gittiğinizde zaten göreceksiniz; kocaman bir stand muline ipine ayrılmıştır.
Minik minik kutular içinde bir ana rengin bir sürü tonlaması vardır.
Dikkat; aman kendinizi kaybetmeyin ve paniklemeyin renkleri gördüğünüzde.
İnsanın içinden “Acaba bu standı kaç paraya satarlar ki?” sorusu geçiyor:)))
Sim İp:
Ben sim ipi çok sevdiğim için muhakkak çalışmaların da elişi sim makarası da kullanıyorum.
Anchor’un sarı simi vazgeçilmezim oldu.
2.50 ile 3.50 YTL arasında değişiyor fiyatı.
Bir tane aldınız mı doya doya kullanın.
Çabuk bitmiyor.
Hayalet İp:
Bir de kurdele nakışında kullanılan hayalet ip var ki, akıllara ziyan:)))
Bildiğimiz misinanın incecik hali.
Çalışmalarımızı sabitlemek amacıyla kullanılıyor.
Ben kendileriyle yeni tanıştım, en kısa sürede sizin de tanışmanızı isterim.
Sadece nakış için değil, her türlü iplik gerektiren yerde gönül rahatlığıyla kullanabilirsiniz.
Mesela bir çok hanımın kabusu olan paça kıvırma olayında kendisi Oscar’lık bir oyuncu gibi.
İstediğiniz kadar kumaşın yüzüne çıkartın hiçbir şey belli olmuyor.
Yada düğme dikerken kullanın.
Kumaşın rengine uygun ip bulamadınız mı hemen hayalete sığının, sizi yüzüstü bırakmayacaktır:)))
Kasnak:
Kurdele nakışının en can alıcı noktalarından birisi de kasnaktır.
El nakışı kasnağı gerektiriyor bu çalışma.
Orta boy ve lütfen vidasız kasnak sahibi olun.
Piyasada genellikle vidalı kasnak satılıyor.
Ancak bu kasnak hem kumaşa zarar veriyor hem de belli bir süre sonra vidası tutmuyor ve yenisini almak zorunda kalıyorsunuz.
Diğerleri:
Son olarak elbette ki makas, mezura, örnek bezi, sarı kopya kağıdı, çizim kalemi, silgi, kalemtraş, parşomen kağıdı da çantanızda bulunması gereken materyaller.
Bir sonra ki dersimizde yavaş yavaş model uygulamasına geçelim artık değil mi:)
2 Eylül 2008 Salı
Kurdele Nakışında Kullanılan Malzemeler-1
Kurdele:
Adı üstünde illaki kurdele:)))
Ama öyle her kurdele değil.
Piyasada iki çeşit nakış kurdelesi vardır; İpek ve organize…
Benim tercihim ipek kurdeleler.
Çünkü organize kurdelenin bozulması çok kolay oluyor. O ilk alındığında ki zerafeti, iğneye takıldığı anda kayboluyor. Kıvrılıyor, bükülüyor, lifleri ayrılıyor vs vs… O yüzden benim gibi sabır denilen özellikten pek nasibini almamış biriyseniz ipek kurdeleyle çalışın.
Ama tabi ki her ipek kurdeleyi almayın.
Piyasada çok sayıda çin malı kurdeleler var.
Ancak bunlar çok ince ve cansız duruyor.
Ucuz diye cazip gelebilir fakat 2 mt ile işiniz görülecekken bu kurdeleden 4-5 mt almak zorunda kalıyorsunuz ve astarı yüzünden pahalıya çıkıyor.
Benim tavsiyem Majestik Marka kurdele almanız.
Emin olun çok daha kaliteli ve yaptığınız işi layıkıyla gösterir.
Kurdeleler 4-7-13 ve 25 mm’lik genişliklerde satılıyor.
Yapraklar için genellikle 4 mm’likler, Küçük goncalar için 7 mm’likler ve güller için de 13 ve 25 mm’likler kullanılıyor.
Nakış çantanızda bulunması gereken vazgeçilmez iki renk var; Yapraklar için 4 mm’lik yağ yeşili (ki her ton çiçeğe oldukça yakışıyor) ve tomurcuklar için yine 4 mm’lik sarı kurdele…
Yapacağınız modele uygun olarak da çiçekleri oluşturmak için 13 mm’lik kurdeleler.
İlk başlayanlar için kurdelede renk seçimi de büyük önem taşıyor.
Ben gidip anlamsız renklerden bir sürü almışım.
Hiç birini kullanamıyorum.
Kurdele almaya çıkmadan önce, yapacağınız çalışmayı nerede kullanacağınıza karar vermeniz gerekir.
Diyelim ki salonda kullanacaksınız ve koltuklarınız leylak rengi, siz tutup da kırmızı güller yaparsanız hoş durmaz. Eflatun ve tonlamaları daha şık olacaktır.
Ya da gülkurusu ağırlıktaysa, gülkurusunun tonlarını seçmelisiniz.
Tonlama tabiri genellikle koyu-orta-açık kavramları için kullanılıyor.
Tabi ki illa da üç renk kullanacaksınız diye bir kural yok.
İlk başta iki renkten başlayıp daha sonra kendinizi aşıp beş renge kadar çıkabilirsiniz:)))
Ama ben mümkün olduğunca pastel tonlarını tercih etmeye dikkat edin derim.
Fikir vermesi açısından aşağıda ki resimde pembe ve tonlarını bir araya getirdim.
Kurdele İğnesi:
Bu nakış için özel iğneler satılıyor. Bir paketin içinden dört adet iğne çıkıyor. Needles marka iğne almanızı öneririm.
Ayrıca dikiş iğnesi ve toplu iğne de sıklıkla kullanılıyor. Toplu iğnenin boncuklu olmasına dikkat etmenizde fayda var. Çünkü bildiğimiz standart çelik iğneler diğerlerine nazaran daha kalın olduğu için hem kullanımı zor hem de kumaşı zedeliyor.
Adı üstünde illaki kurdele:)))
Ama öyle her kurdele değil.
Piyasada iki çeşit nakış kurdelesi vardır; İpek ve organize…
Benim tercihim ipek kurdeleler.
Çünkü organize kurdelenin bozulması çok kolay oluyor. O ilk alındığında ki zerafeti, iğneye takıldığı anda kayboluyor. Kıvrılıyor, bükülüyor, lifleri ayrılıyor vs vs… O yüzden benim gibi sabır denilen özellikten pek nasibini almamış biriyseniz ipek kurdeleyle çalışın.
Ama tabi ki her ipek kurdeleyi almayın.
Piyasada çok sayıda çin malı kurdeleler var.
Ancak bunlar çok ince ve cansız duruyor.
Ucuz diye cazip gelebilir fakat 2 mt ile işiniz görülecekken bu kurdeleden 4-5 mt almak zorunda kalıyorsunuz ve astarı yüzünden pahalıya çıkıyor.
Benim tavsiyem Majestik Marka kurdele almanız.
Emin olun çok daha kaliteli ve yaptığınız işi layıkıyla gösterir.
Kurdeleler 4-7-13 ve 25 mm’lik genişliklerde satılıyor.
Yapraklar için genellikle 4 mm’likler, Küçük goncalar için 7 mm’likler ve güller için de 13 ve 25 mm’likler kullanılıyor.
Nakış çantanızda bulunması gereken vazgeçilmez iki renk var; Yapraklar için 4 mm’lik yağ yeşili (ki her ton çiçeğe oldukça yakışıyor) ve tomurcuklar için yine 4 mm’lik sarı kurdele…
Yapacağınız modele uygun olarak da çiçekleri oluşturmak için 13 mm’lik kurdeleler.
İlk başlayanlar için kurdelede renk seçimi de büyük önem taşıyor.
Ben gidip anlamsız renklerden bir sürü almışım.
Hiç birini kullanamıyorum.
Kurdele almaya çıkmadan önce, yapacağınız çalışmayı nerede kullanacağınıza karar vermeniz gerekir.
Diyelim ki salonda kullanacaksınız ve koltuklarınız leylak rengi, siz tutup da kırmızı güller yaparsanız hoş durmaz. Eflatun ve tonlamaları daha şık olacaktır.
Ya da gülkurusu ağırlıktaysa, gülkurusunun tonlarını seçmelisiniz.
Tonlama tabiri genellikle koyu-orta-açık kavramları için kullanılıyor.
Tabi ki illa da üç renk kullanacaksınız diye bir kural yok.
İlk başta iki renkten başlayıp daha sonra kendinizi aşıp beş renge kadar çıkabilirsiniz:)))
Ama ben mümkün olduğunca pastel tonlarını tercih etmeye dikkat edin derim.
Fikir vermesi açısından aşağıda ki resimde pembe ve tonlarını bir araya getirdim.
Kurdele İğnesi:
Bu nakış için özel iğneler satılıyor. Bir paketin içinden dört adet iğne çıkıyor. Needles marka iğne almanızı öneririm.
Ayrıca dikiş iğnesi ve toplu iğne de sıklıkla kullanılıyor. Toplu iğnenin boncuklu olmasına dikkat etmenizde fayda var. Çünkü bildiğimiz standart çelik iğneler diğerlerine nazaran daha kalın olduğu için hem kullanımı zor hem de kumaşı zedeliyor.
Bir Çok Site Tarafından Çalınan İşlemem
Evet, bu başlığı özellikle attım.
Diğer adresimde ilk başlarda fotoğrafların üzerine isim yazma gereğini duymuyordum.
Ancak internette dolaşırken benim yaptığım çalışmaları kendisi yapmış gibi yayınlayan insanları gördükçe dayanamadım artık.
Okurdum da nasıl bir duygu olduğunu anlamazdım.
Fikir hırsızlığı, emek hırsızlığı diye...
Kesinlikle ve kesinlikle iğrençmiş.
Bir anlamda tecavüze uğranmış gibi hissediyor kendini.
Berbat...
Bakın görün, bunu ben yaptım.
Modelinden işlemesine kadar tamamıyle bana ait bir çalışma.
Ben bu deseni çıkartacağım diye gece yarılarına kadar uykusuz kaldım.
Renkleri bir araya getirip, uyumu yakalayacağım diye kaç defa söküp yeniden yaptım.
Benim adımı zikretmeden sayfalarına koyan herkesi kınıyorum ve HIRSIZ diyorum...
Diğer adresimde ilk başlarda fotoğrafların üzerine isim yazma gereğini duymuyordum.
Ancak internette dolaşırken benim yaptığım çalışmaları kendisi yapmış gibi yayınlayan insanları gördükçe dayanamadım artık.
Okurdum da nasıl bir duygu olduğunu anlamazdım.
Fikir hırsızlığı, emek hırsızlığı diye...
Kesinlikle ve kesinlikle iğrençmiş.
Bir anlamda tecavüze uğranmış gibi hissediyor kendini.
Berbat...
Bakın görün, bunu ben yaptım.
Modelinden işlemesine kadar tamamıyle bana ait bir çalışma.
Ben bu deseni çıkartacağım diye gece yarılarına kadar uykusuz kaldım.
Renkleri bir araya getirip, uyumu yakalayacağım diye kaç defa söküp yeniden yaptım.
Benim adımı zikretmeden sayfalarına koyan herkesi kınıyorum ve HIRSIZ diyorum...
Kurdele Nakışı Şömentable
Bir tane yaptım bıraktım sandınız dimi…
Yanıldınız.
Bu arada bir de şu aşağıda görmüş olduğunuz örtüyü hazırladım.
Sadece kenar baskısı kaldı.
Onu da hallettim mi, oldu da bitti maşallah, nazar değmez inşallah olacak:)))
Ayy ben çok marifetliyim çoookkkk…
Bu arada boşuna dememişler, “Gençler düşünebilse, yaşlılar yapabilse” diye…
Çok severim bu lafı.
Çok yanlış bir meslek seçmişim kendime.
Aslında benim gidip Halk Eğitim Merkezlerinde el sanatları öğretmeni olmam gerekiyormuş.
Lay lay lomm, güle oynaya el işi yapmalıymışım ben.
Şimdi istediğim kadar ahlayıp oflayım, geriye dönüş yok.
Ahhh, ahhh… Şu eğitim sisteminin bir gün düzelip, insanların mutlu olacakları meslekler doğrultusunda eğitim alabileceği günleri görebilecek miyim acaba?
Tamam tamam, sorunun cevabını biliyorum, ama ne yapacaksın, umut dünyası işte…
Yanıldınız.
Bu arada bir de şu aşağıda görmüş olduğunuz örtüyü hazırladım.
Sadece kenar baskısı kaldı.
Onu da hallettim mi, oldu da bitti maşallah, nazar değmez inşallah olacak:)))
Ayy ben çok marifetliyim çoookkkk…
Bu arada boşuna dememişler, “Gençler düşünebilse, yaşlılar yapabilse” diye…
Çok severim bu lafı.
Çok yanlış bir meslek seçmişim kendime.
Aslında benim gidip Halk Eğitim Merkezlerinde el sanatları öğretmeni olmam gerekiyormuş.
Lay lay lomm, güle oynaya el işi yapmalıymışım ben.
Şimdi istediğim kadar ahlayıp oflayım, geriye dönüş yok.
Ahhh, ahhh… Şu eğitim sisteminin bir gün düzelip, insanların mutlu olacakları meslekler doğrultusunda eğitim alabileceği günleri görebilecek miyim acaba?
Tamam tamam, sorunun cevabını biliyorum, ama ne yapacaksın, umut dünyası işte…
Kurdele Nakışı Salon Takımı
Buraya kadarmış dayanamadım…
Bilenler bilir: El İşi yapmaktan çok hoşlanıyorum, müthiş keyif alıyorum.
Son takıntım Kurdela Nakışı oldu.
Ufaktan başladım bir şeyler yapmaya.
Kaç zamandır sizlere yaptıklarımı göstermek istiyorum ama başarılı fotoğrafla çekemeyince sayfaya eklemenin de bir anlamı olmadığını düşündüm.
Ancak içim içimi yedi bitirdi.
En sonunda dayanamadım, “Bana ne, bana ne” diyerek Allah ne verdiyse beğeninize sundum…
Bakınnnn bunu bennnn yaptımmmmmmmm…
Şimdi Kurdela Nakışı temelde “İğne Ardı” tekniğine dayanıyor.
İğne ardını yaptın mı iş bitmiş demektir.
Ondan sonrası eğlenceli kısmı.
Evir çevir, bük, dolandır, lay lay lomm şeklinde oyna dur.
En güzeli de kimse size karışmıyor.
Belli başlı teknikleri bildikten sonra gerisi tamamiyle sizin keyfinize kalmış bir olay.
Büyük bir gönül rahatlığı ve pişkinliği ile, tıpkı İ. Melih Gökçek gibi “Ben yaptım oldu” diyebilirsiniz.
Kimsenin de gıkı çıkmaz.
Yukarıda ki modeli Süheyla’nın çeyizine yaptım:))))
Eeee, hep anneler kızlarına mı yapacak, biraz da kızlar anneleri için bir şey yapmalı dimi.
Güzel güzel evine sersin, mutlu olsun istedim.
Ancak söylemesi ayıp o kadar güzel yapmışım ki, “Ben bunu gündeliğe kullanmam, bayramlarda seyranlarda sererim, sen bana yenisini yap” demez mi…
Ben bu mantığı anlamadım, anlamıyorum ama artık kafa da yormuyorum.
Çok yoruyor beni çoookkkk:))))
Yani evin kocaman misafir odası sürekli kapalı tutulur da, küçücük odalarda alt alta üst üste oturulur ya… Neymiş efendim orası misafir gelince açılacakmış ya… Misafir de ayda yılda bir gelir zaten, mesela bayramlarda…
Aman neyse… Kafamız basmadığı bir konu bu…
Şimdi hanımefendiye yeni bir tane daha yapacağız.
Umarım bunu kullanır.
Bu arada aklıma geldi.
Çok alakasız ama çok entresan…
Ben duaların gücüne çok inanan bir insanım.
Ancak ezberim kuvvetli olmadığı için çantamda küçük bir dua kitabı vardır.
İçim daraldığı zaman okurum ferahlarım.
Çok güzel bir kitabım vardı ama bir şekilde sır oldu (!) uçtu (!) gitti.
Kuzenim Buğra bana yenisini aldı.
Kitapta bir çok duanın yanı sıra şöyle bir dua var ki evlere şenlik!!!!
Aynen yazıyorum:
Kocası Ölen Kadının Okuyacağı Dua: “Allah’ım! Beni ve onu bağışla. Bana ondan daha hayırlısını nasip eyle.”
Bu nedir böyle yaaaaaaaaa….
Valla ben bunu anlamadım, anlayan birisi varsa beni de bi zahmet aydınlatsın.
Bak gene sinirlendim.
En iyisi bir çay alayım kendime :)))
Sevgiyle kalın…
Bilenler bilir: El İşi yapmaktan çok hoşlanıyorum, müthiş keyif alıyorum.
Son takıntım Kurdela Nakışı oldu.
Ufaktan başladım bir şeyler yapmaya.
Kaç zamandır sizlere yaptıklarımı göstermek istiyorum ama başarılı fotoğrafla çekemeyince sayfaya eklemenin de bir anlamı olmadığını düşündüm.
Ancak içim içimi yedi bitirdi.
En sonunda dayanamadım, “Bana ne, bana ne” diyerek Allah ne verdiyse beğeninize sundum…
Bakınnnn bunu bennnn yaptımmmmmmmm…
Şimdi Kurdela Nakışı temelde “İğne Ardı” tekniğine dayanıyor.
İğne ardını yaptın mı iş bitmiş demektir.
Ondan sonrası eğlenceli kısmı.
Evir çevir, bük, dolandır, lay lay lomm şeklinde oyna dur.
En güzeli de kimse size karışmıyor.
Belli başlı teknikleri bildikten sonra gerisi tamamiyle sizin keyfinize kalmış bir olay.
Büyük bir gönül rahatlığı ve pişkinliği ile, tıpkı İ. Melih Gökçek gibi “Ben yaptım oldu” diyebilirsiniz.
Kimsenin de gıkı çıkmaz.
Yukarıda ki modeli Süheyla’nın çeyizine yaptım:))))
Eeee, hep anneler kızlarına mı yapacak, biraz da kızlar anneleri için bir şey yapmalı dimi.
Güzel güzel evine sersin, mutlu olsun istedim.
Ancak söylemesi ayıp o kadar güzel yapmışım ki, “Ben bunu gündeliğe kullanmam, bayramlarda seyranlarda sererim, sen bana yenisini yap” demez mi…
Ben bu mantığı anlamadım, anlamıyorum ama artık kafa da yormuyorum.
Çok yoruyor beni çoookkkk:))))
Yani evin kocaman misafir odası sürekli kapalı tutulur da, küçücük odalarda alt alta üst üste oturulur ya… Neymiş efendim orası misafir gelince açılacakmış ya… Misafir de ayda yılda bir gelir zaten, mesela bayramlarda…
Aman neyse… Kafamız basmadığı bir konu bu…
Şimdi hanımefendiye yeni bir tane daha yapacağız.
Umarım bunu kullanır.
Bu arada aklıma geldi.
Çok alakasız ama çok entresan…
Ben duaların gücüne çok inanan bir insanım.
Ancak ezberim kuvvetli olmadığı için çantamda küçük bir dua kitabı vardır.
İçim daraldığı zaman okurum ferahlarım.
Çok güzel bir kitabım vardı ama bir şekilde sır oldu (!) uçtu (!) gitti.
Kuzenim Buğra bana yenisini aldı.
Kitapta bir çok duanın yanı sıra şöyle bir dua var ki evlere şenlik!!!!
Aynen yazıyorum:
Kocası Ölen Kadının Okuyacağı Dua: “Allah’ım! Beni ve onu bağışla. Bana ondan daha hayırlısını nasip eyle.”
Bu nedir böyle yaaaaaaaaa….
Valla ben bunu anlamadım, anlayan birisi varsa beni de bi zahmet aydınlatsın.
Bak gene sinirlendim.
En iyisi bir çay alayım kendime :)))
Sevgiyle kalın…
Şehriye Çorbası
Hastayım hasta, canım ister pasta…
Aman aman, çok kötü fena hasta olmuşum…
Pazartesi günü o Ankara’nın uzun zamandır yaşadığı en büyük soğuk gününde ben 50 dakika otobüs bekleyince şifayı da kapmışım.
Ay bizim bu otobüs vukuatımız bitmedi bitmeyecek de…
Ağız burun bir tarafta bir haftadır dolaşıyorum ortalıkta…
Özellikle patronların odasının önünden geçerken ağzımı falan kapatmadan hapşırıyorum ki, hani mikrop saçmayım diye beni eve göndersinler ama ıhhhhh, nafile…
Kara bahtım kör talihim, işler de öyle bir yoğun ki, nefes alamıyoruz…
Gerçi ben zaten hiç nefes alamıyorum.
Ağzı açık ayran budalası gibi oldum:)))
Şimdi bana ne senin hastalığından diyeceksiniz dimi..
Bana ne… Derseniz diyin.
Anlatıcam iştecik…
Otobüstekiler bile bana geçmiş olsun diyorlarsa siz de diyeceksiniz, bir an önce geçecek.
Gerçi otobüste ki vatandaşların “Geçmiş olsun” dilekleri arasında hafiften bir çıkar sezinliyorum…
Şöyle ki; Selpak’ın “Bulutsu Yumuşaklık” karton mendilleri vardır ya, onunla otobüse binip, kutuya, küçük kız çocukların bebeklerine sıkı sıkı sarılmaları gibi sarılıp ve her iki dakikada bir hapşırıp, burnunu silen birisine çok yaşa demelerinin nedeni, sanırım kendilerine de bu hastalığı bulaştırmamdan korkuyor olmaları olabilir.
(Allahım ne uzun bir cümle oldu…)
Ha tabi bir de zorla etrafımda ki insanlara “Kanzuk” marka pastil vardır ya, onu ikram etmemin de etkisi olmuş olabilir.
Hem görünüşü hem tadı bi tuhaftır ama bence başarılı bir pastildir. En azından şeker oranı oldukça düşük. Diğer pastiller çok şekerli olduğu için beni susatır, su içince de berbat bir tad olur… Iyykkkk….
İşte böyle… Tüm bunlardan dolayı otobüste ki tanıdığım tanımadığım bir sürü kişi bir an önce bu işkenceden kurtulmak için geçmiş olsun diyor olabilir.
Ya da, Dayanılmaz (!) cazibeme kapılıp, benimle konuşmak için bahane üretiyor olabilirler :))))
Hapşırıklı Cazibe…
Selpak’lı Cazibe… (Dikkatinizi çekerim, o kadar kibarım ki, S ile başlayan ve mendil gerektiren diğer şeyi söylemedim, siz de anlamadınız zaten:))))
Neyse asıl konumuza gelelim.
Hasta olunca tabi ki insan şefkat ve ilgi bekliyor. Veeee tabi ki yüce insan Süheyla (kısaca anne), akşam eve gittiğinizde sıcak bir çorba ile bu beklentilerinizi karşılıyor.
Şu aşağıda görmüş olduğunuz çorba, bildiğiniz şehriye çorbalarına benzemez.
İlk önce arpa şehriyeyi yağda hafifçe kavurun. Suyunu koyun ve şehriyelerin haşlanmasını bekleyin. Diğer tarafta 1 Yumurta, 2 çorba kaşığı yoğurt, yarım limon suyu, tuz ve kırmızı biberi bir güzel karıştırıp, bildiğiniz terbiye usulüyle çorbaya ekleyin. Burada can alıcı nokta yoğurt oluyor. Bildiğiniz terbiyeli erişte çorbasının yerine hafiften paça çorbasını hatırlatan bir kıvam çıkıyor ortaya. Ama işin güzel tarafı, bu farklı tada kimse hayır diyemiyor…
Oooo, bu arada bir kutu selpak daha bitirmişim…
Allahım ya, nereden geliyor bu kadar çok bilmem ki…
Nasıl bir üretim anlamadım gitti.
Çok sevgili bilim adamları bu bitmek tükenmek bilmeyen kaynağı neden değerlendirmek için bir şey yapmıyorlar acaba…
Tamam yeterince iğrençleştim ben gidiyorum:))))
Aman aman, çok kötü fena hasta olmuşum…
Pazartesi günü o Ankara’nın uzun zamandır yaşadığı en büyük soğuk gününde ben 50 dakika otobüs bekleyince şifayı da kapmışım.
Ay bizim bu otobüs vukuatımız bitmedi bitmeyecek de…
Ağız burun bir tarafta bir haftadır dolaşıyorum ortalıkta…
Özellikle patronların odasının önünden geçerken ağzımı falan kapatmadan hapşırıyorum ki, hani mikrop saçmayım diye beni eve göndersinler ama ıhhhhh, nafile…
Kara bahtım kör talihim, işler de öyle bir yoğun ki, nefes alamıyoruz…
Gerçi ben zaten hiç nefes alamıyorum.
Ağzı açık ayran budalası gibi oldum:)))
Şimdi bana ne senin hastalığından diyeceksiniz dimi..
Bana ne… Derseniz diyin.
Anlatıcam iştecik…
Otobüstekiler bile bana geçmiş olsun diyorlarsa siz de diyeceksiniz, bir an önce geçecek.
Gerçi otobüste ki vatandaşların “Geçmiş olsun” dilekleri arasında hafiften bir çıkar sezinliyorum…
Şöyle ki; Selpak’ın “Bulutsu Yumuşaklık” karton mendilleri vardır ya, onunla otobüse binip, kutuya, küçük kız çocukların bebeklerine sıkı sıkı sarılmaları gibi sarılıp ve her iki dakikada bir hapşırıp, burnunu silen birisine çok yaşa demelerinin nedeni, sanırım kendilerine de bu hastalığı bulaştırmamdan korkuyor olmaları olabilir.
(Allahım ne uzun bir cümle oldu…)
Ha tabi bir de zorla etrafımda ki insanlara “Kanzuk” marka pastil vardır ya, onu ikram etmemin de etkisi olmuş olabilir.
Hem görünüşü hem tadı bi tuhaftır ama bence başarılı bir pastildir. En azından şeker oranı oldukça düşük. Diğer pastiller çok şekerli olduğu için beni susatır, su içince de berbat bir tad olur… Iyykkkk….
İşte böyle… Tüm bunlardan dolayı otobüste ki tanıdığım tanımadığım bir sürü kişi bir an önce bu işkenceden kurtulmak için geçmiş olsun diyor olabilir.
Ya da, Dayanılmaz (!) cazibeme kapılıp, benimle konuşmak için bahane üretiyor olabilirler :))))
Hapşırıklı Cazibe…
Selpak’lı Cazibe… (Dikkatinizi çekerim, o kadar kibarım ki, S ile başlayan ve mendil gerektiren diğer şeyi söylemedim, siz de anlamadınız zaten:))))
Neyse asıl konumuza gelelim.
Hasta olunca tabi ki insan şefkat ve ilgi bekliyor. Veeee tabi ki yüce insan Süheyla (kısaca anne), akşam eve gittiğinizde sıcak bir çorba ile bu beklentilerinizi karşılıyor.
Şu aşağıda görmüş olduğunuz çorba, bildiğiniz şehriye çorbalarına benzemez.
İlk önce arpa şehriyeyi yağda hafifçe kavurun. Suyunu koyun ve şehriyelerin haşlanmasını bekleyin. Diğer tarafta 1 Yumurta, 2 çorba kaşığı yoğurt, yarım limon suyu, tuz ve kırmızı biberi bir güzel karıştırıp, bildiğiniz terbiye usulüyle çorbaya ekleyin. Burada can alıcı nokta yoğurt oluyor. Bildiğiniz terbiyeli erişte çorbasının yerine hafiften paça çorbasını hatırlatan bir kıvam çıkıyor ortaya. Ama işin güzel tarafı, bu farklı tada kimse hayır diyemiyor…
Oooo, bu arada bir kutu selpak daha bitirmişim…
Allahım ya, nereden geliyor bu kadar çok bilmem ki…
Nasıl bir üretim anlamadım gitti.
Çok sevgili bilim adamları bu bitmek tükenmek bilmeyen kaynağı neden değerlendirmek için bir şey yapmıyorlar acaba…
Tamam yeterince iğrençleştim ben gidiyorum:))))
Burcu Kurabiyesi
Eeee, gelin yaparda görümce durur mu?
Ben bu işi çok sevdim.
Onlar yapsınlar, bana malzeme çıksın:)))
Hazıra mı konuyorum?
Bence Eveettttt…
“Saklı Kent”, “Su Böreği” derken, benim dünyalar güzeli Görümce Burcu’m da daha fazla dayanamayıp nefis mi nefis bir kurabiye yaptı…
Yaşasın kuzen sahibi olmak:)))
Kevgir‘i takip edenler bilir; Bir kurabiye macerası yaşamıştım.
Ondan sonra kurabiyelere karşı farkında olmadan biraz önyargılı davranmaya başlamışım.
Ta ki, Burcumun yaptığı kurabiyelere kadar.
Mutfaktaki başarısını bildiğim için kurabiyenin kötü olmayacağını biliyordum ama beni böyle mahvedebileceğini tahmin etmedim.
Bir çoğumuz tek bir kurabiyeyle yetinmez.
Mutfağa girince en az iki çeşit, tatlı ve tuzlu olmak üzere fırından bir şey çıkartmazsak rahat edemeyiz.
Burcum da çeşit çeşit meşhur “K” lardan oluşan bir tabak hazırlamış ve ikram etti.
Kurabiye hariç hepsini afiyetle sildim süpürdüm.
Sıra geldi kurabiyeye ama kurabiye bana bakıyor, ben kurabiyeye, Burcu ikimize birden…
Allahım yesem bir türlü yemesem bir türlü…
Hani bilindik kurabiye tadıdır diye düşünüyorum, yediğim onca güzel şeyden sonra son noktayı kurabiyeyle koymak istemiyorum.
Ama Burcu’nun gözlü tacizini de ensemde hissediyorum…
Ehh ne yapalım, kaderde varsa diyerek aldım ve attım ağzıma…
Ahandaaa….
Bu, bu, bu nasıl bir şeydir bu…
Ay anlatabilir miyim o tadı acaba sizlere…
Sert ama yumuşak, tatlı ama iç bayıltan cinsinden değil, ağızda köpük gibi dağılan, içinde ki fındıklarla ahenk içinde dans eden… Pudra şekeri ile tarçının nefis uyumu… İnsana zorla bir tane daha, bir tane daha yemeye zorlayan nefis bir kurabiye…
Durur muyum hiç; “Burcu’cuğum (bir şey istemeye hazırlık sesi ve sırnaşıklığı eşliğinde), bunun tarifini versene çok güzel olmuşşşşşş (Burada iyice yavşamış bir tavır)”
Burcu, (biliyordum zaten tavrı içinde, kendinden emin ve hazırlıklı) “yarım su bardağı katı yağ, yarım su bardağı sıvı yağ, 2 yemek kaşığı pudra şekeri, 1 su bardağı iri dövülmüş fındık, 1 paket vanilya ve tabi ki un” (Kurban olurum ben seni verene. Biliyor tabi ki ablasının isteyeceğini hazırlanmış dünya güzelim) “Ayça Ablacığım, bu tariften 70 tane kurabiye çıkıyor.. Tüm malzemeleri bir güzel karıştıracaksın, fındıktan büyük, cevizden küçük toplar yapacaksın. Bu kurabiyenin püf noktası pişirilmesinde. Kesinlikle kurabiyeler sararmayacak ama pişmiş olacak. Başında, gözün fırın camında, huşuu içinde bekleyeceksin. Süresi ne kadar diye sorarsan söyleyemem. O Allah tarafından gelen bir dürtü… Fırına bakarken bakarken birden piştiğini hissedeceksin ve hemen fırından çıkartacaksın… Tecrübe gerekiyor biraz, bilemem sen yapabilir misin:))) (Yok, yok ben bunların hepsini döveceğim. Bam telimi biliyorlar ya, dokundurmadan geçmiyorlar) Sonra ablacığım kurabiyeleri soğumaya bırakacaksın. Öbür tarafta bir çay bardağı pudra şekeri ile bir yemek kaşığı tarçının çukur bir kapta iyice harmanlayıp soğuttuğun kurabiyeleri içine atıp zıplatacaksın! (Buyur????) Yani hoppidi hoppidi yapacaksın…”
:)))) Ya ben diyorum size, bizim sülalenin hepsi birer stand-up şaheseri… Boş yok… İnanın hiç sıkılmazsınız… 7 sinden 70′ine hepsi bi alem:))))
Şaka bir yana gerçekten muhteşem olmuş kurabiyeler. Muhakkak deneyin, ama pişirmesini yapabilir misiniz bilmiyorum:))))))))))
Ben bu işi çok sevdim.
Onlar yapsınlar, bana malzeme çıksın:)))
Hazıra mı konuyorum?
Bence Eveettttt…
“Saklı Kent”, “Su Böreği” derken, benim dünyalar güzeli Görümce Burcu’m da daha fazla dayanamayıp nefis mi nefis bir kurabiye yaptı…
Yaşasın kuzen sahibi olmak:)))
Kevgir‘i takip edenler bilir; Bir kurabiye macerası yaşamıştım.
Ondan sonra kurabiyelere karşı farkında olmadan biraz önyargılı davranmaya başlamışım.
Ta ki, Burcumun yaptığı kurabiyelere kadar.
Mutfaktaki başarısını bildiğim için kurabiyenin kötü olmayacağını biliyordum ama beni böyle mahvedebileceğini tahmin etmedim.
Bir çoğumuz tek bir kurabiyeyle yetinmez.
Mutfağa girince en az iki çeşit, tatlı ve tuzlu olmak üzere fırından bir şey çıkartmazsak rahat edemeyiz.
Burcum da çeşit çeşit meşhur “K” lardan oluşan bir tabak hazırlamış ve ikram etti.
Kurabiye hariç hepsini afiyetle sildim süpürdüm.
Sıra geldi kurabiyeye ama kurabiye bana bakıyor, ben kurabiyeye, Burcu ikimize birden…
Allahım yesem bir türlü yemesem bir türlü…
Hani bilindik kurabiye tadıdır diye düşünüyorum, yediğim onca güzel şeyden sonra son noktayı kurabiyeyle koymak istemiyorum.
Ama Burcu’nun gözlü tacizini de ensemde hissediyorum…
Ehh ne yapalım, kaderde varsa diyerek aldım ve attım ağzıma…
Ahandaaa….
Bu, bu, bu nasıl bir şeydir bu…
Ay anlatabilir miyim o tadı acaba sizlere…
Sert ama yumuşak, tatlı ama iç bayıltan cinsinden değil, ağızda köpük gibi dağılan, içinde ki fındıklarla ahenk içinde dans eden… Pudra şekeri ile tarçının nefis uyumu… İnsana zorla bir tane daha, bir tane daha yemeye zorlayan nefis bir kurabiye…
Durur muyum hiç; “Burcu’cuğum (bir şey istemeye hazırlık sesi ve sırnaşıklığı eşliğinde), bunun tarifini versene çok güzel olmuşşşşşş (Burada iyice yavşamış bir tavır)”
Burcu, (biliyordum zaten tavrı içinde, kendinden emin ve hazırlıklı) “yarım su bardağı katı yağ, yarım su bardağı sıvı yağ, 2 yemek kaşığı pudra şekeri, 1 su bardağı iri dövülmüş fındık, 1 paket vanilya ve tabi ki un” (Kurban olurum ben seni verene. Biliyor tabi ki ablasının isteyeceğini hazırlanmış dünya güzelim) “Ayça Ablacığım, bu tariften 70 tane kurabiye çıkıyor.. Tüm malzemeleri bir güzel karıştıracaksın, fındıktan büyük, cevizden küçük toplar yapacaksın. Bu kurabiyenin püf noktası pişirilmesinde. Kesinlikle kurabiyeler sararmayacak ama pişmiş olacak. Başında, gözün fırın camında, huşuu içinde bekleyeceksin. Süresi ne kadar diye sorarsan söyleyemem. O Allah tarafından gelen bir dürtü… Fırına bakarken bakarken birden piştiğini hissedeceksin ve hemen fırından çıkartacaksın… Tecrübe gerekiyor biraz, bilemem sen yapabilir misin:))) (Yok, yok ben bunların hepsini döveceğim. Bam telimi biliyorlar ya, dokundurmadan geçmiyorlar) Sonra ablacığım kurabiyeleri soğumaya bırakacaksın. Öbür tarafta bir çay bardağı pudra şekeri ile bir yemek kaşığı tarçının çukur bir kapta iyice harmanlayıp soğuttuğun kurabiyeleri içine atıp zıplatacaksın! (Buyur????) Yani hoppidi hoppidi yapacaksın…”
:)))) Ya ben diyorum size, bizim sülalenin hepsi birer stand-up şaheseri… Boş yok… İnanın hiç sıkılmazsınız… 7 sinden 70′ine hepsi bi alem:))))
Şaka bir yana gerçekten muhteşem olmuş kurabiyeler. Muhakkak deneyin, ama pişirmesini yapabilir misiniz bilmiyorum:))))))))))
Su Böreği
Bizim gelinden bahsetmiştim..
Çok fena çoookkkk..
Hem güzel, hem becerikli…
Üşenmemiş oturmuş su böreği yapmış…
Bir de lezzetli olmuş ki sormayın.
Ancak üç tanesini kaçırıp resimleyebildim….
Buyurun size, gelinin ağzından su böreği tarifi:
“İşte Ayça Abla, 5 tane yumurtayı kırıyorsun. İçine tuz ve un koyuyorsun. Sert bir hamur yoğuruyorsun. Sonra tepsi büyüklüğünde yufka açıyorsun. Asıl püf noktası burada, açtığın yufkaları ilk önce dinlendireceksin. Çünkü yoruluyorlar (Hem güzel, hem akıllı, hem de şakacı gelin). Yufkaların aralarına bez koyacaksın ki, nemi alsın (Kırk yıllık aşçı gibi maşallahhhh.). Diğer tarafta kocaman bi tencerede içine tuz koyduğun suyu kaynatacaksın. Yanında da gene büyük bi tencerede soğuk su olacak. En alttan başlayarak yufkaları önce sıcak suyun içine atacaksın, haşlar gibi yapıp çıkaracaksın ve soğuk suyun içine bırakacaksın. Ama benim tavsiyem iki kişiyle yapsınlar zor olur (Vay vay vay, çok bilmiş gelin). Yufkalar soğuduktan sonra süzgeçten geçirip suyunu bir güzel alacaksın. Sonra tepsiye yayacaksın. Öbür tarafta tereyağı eritip sıvıyağ ile bir karışım hazırlayacaksın. Her yufkanın arasına bu karışımdan bolca süreceksin (Tabi kendisi fidan gibi ya, kilo sorunu yok ya, doldurur yağı içine). Ortasına peynirli harcını koyup tüm yufkaları bu şekilde tepsiye yerleştireceksin. En üstüne de yağlı karışımı döküp sıcak fırına atacaksın. Anladın mı Ayça Abla (Ben bu gelini döverim:))))”
Ama sonuç gerçekten muhteşemdi.
İşte analar ne evlatlar yetiştiriyor diye boşuna demiyorlar:))))
Ellerine sağlık güzel gelin…
Çok fena çoookkkk..
Hem güzel, hem becerikli…
Üşenmemiş oturmuş su böreği yapmış…
Bir de lezzetli olmuş ki sormayın.
Ancak üç tanesini kaçırıp resimleyebildim….
Buyurun size, gelinin ağzından su böreği tarifi:
“İşte Ayça Abla, 5 tane yumurtayı kırıyorsun. İçine tuz ve un koyuyorsun. Sert bir hamur yoğuruyorsun. Sonra tepsi büyüklüğünde yufka açıyorsun. Asıl püf noktası burada, açtığın yufkaları ilk önce dinlendireceksin. Çünkü yoruluyorlar (Hem güzel, hem akıllı, hem de şakacı gelin). Yufkaların aralarına bez koyacaksın ki, nemi alsın (Kırk yıllık aşçı gibi maşallahhhh.). Diğer tarafta kocaman bi tencerede içine tuz koyduğun suyu kaynatacaksın. Yanında da gene büyük bi tencerede soğuk su olacak. En alttan başlayarak yufkaları önce sıcak suyun içine atacaksın, haşlar gibi yapıp çıkaracaksın ve soğuk suyun içine bırakacaksın. Ama benim tavsiyem iki kişiyle yapsınlar zor olur (Vay vay vay, çok bilmiş gelin). Yufkalar soğuduktan sonra süzgeçten geçirip suyunu bir güzel alacaksın. Sonra tepsiye yayacaksın. Öbür tarafta tereyağı eritip sıvıyağ ile bir karışım hazırlayacaksın. Her yufkanın arasına bu karışımdan bolca süreceksin (Tabi kendisi fidan gibi ya, kilo sorunu yok ya, doldurur yağı içine). Ortasına peynirli harcını koyup tüm yufkaları bu şekilde tepsiye yerleştireceksin. En üstüne de yağlı karışımı döküp sıcak fırına atacaksın. Anladın mı Ayça Abla (Ben bu gelini döverim:))))”
Ama sonuç gerçekten muhteşemdi.
İşte analar ne evlatlar yetiştiriyor diye boşuna demiyorlar:))))
Ellerine sağlık güzel gelin…
Saklı Kent
Evin en küçüğü olanlar bilir: Evin en küçüğü olmak çok zordurrrr…
Bir kere su hep sizden istenir…
Bakkala hep siz gidersiniz…
Kapı çaldığında hep siz bakarsınız…
Sofrayı hep siz hazırlarsınız ve toplarsınız…
Unutulan tuzluğu yemeğin ortasında hep siz getirirsiniz…
Evde yaşanan olaylardan en son (babanız hariç) hep sizin haberiniz olur…
Vs. vs. vs. vs….
En avantajlı yanı ise, istediğiz kadar şımarabilirsiniz, sırnaşabilirsiniz, kapris yapabilirsiniz:)))
Sırf ilk bölümde saydığım şeyleri yapmamak için yıllardır bir kardeş özlemi çeker dururum.
Ama bizimkileri bir türlü kandıramadım…
Hatırlıyorum en son şöyle demiştim “Ya bana bi kardeş yapın yada beceremiyorsanız boşanın, alla alla yaaaaa, siz beni hiç düşünmüyorsunuz!”
Sonra da bu söylediğimin ne kadar saçma olduğunu anladım ama işte söyledim, ohh canıma değsin…
Neyse, yıllardır içimde olan bu ukte, kuzenlerimin (bu arada hala bir yeğenim yok, asla hala olamayacağıma kanaat getirdim artık) yatıya gelmesiyle bir nebze azalıyor.
Canım kuzenip Fırat’cığım birkaç günlüğüne bize kalmaya geldi.
Bir daha ne zaman gelir bilemiyorum çünkü canından bezdirdim…
Garibim, misafirliğe geldiği teyzesinin evinde köle gibi çalıştı durdu.
“Onu getir, bunu götür, onu yap, bunu yapma, kapıya bak, telefona bak, bakkala git, ne zaman dışarı çıkacaksın, kimlerle buluşacaksın, ne zaman geleceksin, beni saat başı ara, çıkmadan şu duvarı bi silsene!!!!”
Haaaa bu arada kuzenim 25 yaşında kapı kadar bir herif…
En sonunda Fırat’ımı isyan ettirdim.
Şöyle ki;
Uzun oturur vaziyette televizyon seyrederken kapı çaldı.
Evin hiçbir ferdinde en ufak bir hareket yok.
Kapı bir daha çaldı…
Benim tepkim şu: “Fıraaattttt, kapı çalıyorrrrrrrr”
Fırat’ım “Yaaaa abla yaaaa, komşularınızla beni ahbap ettiniz, bakmıyorum artık kapıya yaaaaaa…”:)))
Ha bu arada size “Saklıkent” adlı şaheserlerle tanıştırmak istiyorum.
Bu da diğer kuzenim Buğra’mın eşi Beyza’cık yaptı…
Beyza, mutfakta inanılmaz becerikli, hamarat ve pratik bir bayan.
Boşuna dememişler gelinler kaynana hamuruyla yoğurulur diye…
Patatesler haşlanır, püre haline getirilir. İçine tuz, karabiber, pul biber ve bir yemek kaşığı tereyağ koyup bir güzel yoğuruluyor. Daha sonra poğaça yapar gibi elde yuvarlak açılıyor ve içine küçük bir parça kornişon turşu, bir parça sosis ve 2-3 adet haşlanmış mısır konuyor. Yuvarlatılıyor. Sıra sıra servis tabağına yerleştiriliyor. Diğer yanda yoğurt biraz sulandırılıyor. Arzu eden içine bir miktar sarımsak da koyabilir. Diğer tarafta bir miktar tereyağ, kırmızı toz biberle iyice kızdırılır.
Toplarımızın üzerine önce yoğurt, sonra kızdırılmış tereyağ dökülür en üstüne de bolca nane serpilir. Ondan sonra da hapur hupur yenir….
Sevgiler…
Bir kere su hep sizden istenir…
Bakkala hep siz gidersiniz…
Kapı çaldığında hep siz bakarsınız…
Sofrayı hep siz hazırlarsınız ve toplarsınız…
Unutulan tuzluğu yemeğin ortasında hep siz getirirsiniz…
Evde yaşanan olaylardan en son (babanız hariç) hep sizin haberiniz olur…
Vs. vs. vs. vs….
En avantajlı yanı ise, istediğiz kadar şımarabilirsiniz, sırnaşabilirsiniz, kapris yapabilirsiniz:)))
Sırf ilk bölümde saydığım şeyleri yapmamak için yıllardır bir kardeş özlemi çeker dururum.
Ama bizimkileri bir türlü kandıramadım…
Hatırlıyorum en son şöyle demiştim “Ya bana bi kardeş yapın yada beceremiyorsanız boşanın, alla alla yaaaaa, siz beni hiç düşünmüyorsunuz!”
Sonra da bu söylediğimin ne kadar saçma olduğunu anladım ama işte söyledim, ohh canıma değsin…
Neyse, yıllardır içimde olan bu ukte, kuzenlerimin (bu arada hala bir yeğenim yok, asla hala olamayacağıma kanaat getirdim artık) yatıya gelmesiyle bir nebze azalıyor.
Canım kuzenip Fırat’cığım birkaç günlüğüne bize kalmaya geldi.
Bir daha ne zaman gelir bilemiyorum çünkü canından bezdirdim…
Garibim, misafirliğe geldiği teyzesinin evinde köle gibi çalıştı durdu.
“Onu getir, bunu götür, onu yap, bunu yapma, kapıya bak, telefona bak, bakkala git, ne zaman dışarı çıkacaksın, kimlerle buluşacaksın, ne zaman geleceksin, beni saat başı ara, çıkmadan şu duvarı bi silsene!!!!”
Haaaa bu arada kuzenim 25 yaşında kapı kadar bir herif…
En sonunda Fırat’ımı isyan ettirdim.
Şöyle ki;
Uzun oturur vaziyette televizyon seyrederken kapı çaldı.
Evin hiçbir ferdinde en ufak bir hareket yok.
Kapı bir daha çaldı…
Benim tepkim şu: “Fıraaattttt, kapı çalıyorrrrrrrr”
Fırat’ım “Yaaaa abla yaaaa, komşularınızla beni ahbap ettiniz, bakmıyorum artık kapıya yaaaaaa…”:)))
Ha bu arada size “Saklıkent” adlı şaheserlerle tanıştırmak istiyorum.
Bu da diğer kuzenim Buğra’mın eşi Beyza’cık yaptı…
Beyza, mutfakta inanılmaz becerikli, hamarat ve pratik bir bayan.
Boşuna dememişler gelinler kaynana hamuruyla yoğurulur diye…
Patatesler haşlanır, püre haline getirilir. İçine tuz, karabiber, pul biber ve bir yemek kaşığı tereyağ koyup bir güzel yoğuruluyor. Daha sonra poğaça yapar gibi elde yuvarlak açılıyor ve içine küçük bir parça kornişon turşu, bir parça sosis ve 2-3 adet haşlanmış mısır konuyor. Yuvarlatılıyor. Sıra sıra servis tabağına yerleştiriliyor. Diğer yanda yoğurt biraz sulandırılıyor. Arzu eden içine bir miktar sarımsak da koyabilir. Diğer tarafta bir miktar tereyağ, kırmızı toz biberle iyice kızdırılır.
Toplarımızın üzerine önce yoğurt, sonra kızdırılmış tereyağ dökülür en üstüne de bolca nane serpilir. Ondan sonra da hapur hupur yenir….
Sevgiler…
Cevizli Erişte
Ay Ben Gene Kaçırdım…
Yok yok kabul ediyorum; Ben bakan körlerden oldum…
Günlerdir bloglarda etkinlik furyası var, hepsine güzel güzel bakıyorum ama ne hikmetse hiç üzerime alınmıyorum.
Nihayet bugün dank etti ama maalesef gene geç kalmışım.
Aslına hayatı bu kadar geriden taklip etmem ama bugünlerde böyle işte.
“Ye#28 Geleneksel Kış Hazırlıkları” konulu etkinliğe ben de Kaplumbağa misali bir resimle katılmak istedim.
Daha önce bir mantı maceram vardı, bazılarınız okumuş olabilir. O facia sonunda hamuru değerlendirmek için kestiğim erişteyi, allayıp pullayıp yeni gibi sunuyorum, çaktırmayın:)))
Bu arada Cevizli Erişte yapar mısınız?
Lezzetli ve kalori deposu yemekler arasında salına salına yerini alan Cevizli Erişte’yi yapmayanınız varsa muhakkak denemeli.
Uzun zamandır yapmıyoruz ama sabahın şu kör gözünde sanki yapıyormuş gibi canlandırarak anlatayım size:
Diyelim ki bir Pazar günü… Ev ahalisi öğlene doğru vızıldanmaya başladı “Şöyle güzel ve değişik bir yemek olsa da yesek”… Üfff gene iş başa düştü yani… Pazar Pazar yan gelip yatmak dururken şimdi kalk saatlerce mutfakta uğraş didin, 2 dakika da yensin bitsin gitsin yaptıkların (Aaaa, hemencecik moda girdim yani!!). En iyisi basit, kolay ve doyurucu bir yemek: Cevizli Erişte…
Erzak dolabı açılır taaa arkalarda kalan erişte çıkarılır. Sıcak ve tuzlu suda haşlanmaya bırakılır. Diğer tarafta bir miktar köy peyniri (olsa ne güzel olur, yoksa dayayın beyaz peyniri) çatalla ezilir. Bolca ceviz havanda dövülür (Biraz iri kıyım kalması tercih edilir). Şööyleee bolca da tereyağ eritilir…
Erişte haşlandıktan sonra yuvarlak borcama (niye yuvarlaksa, sanki kare yada dikdörtgen olunca tadı değişiyor) biraz erişte konur. Üzerine ezdiğimiz peynir ve cevizler bolca serpilir. Bir kat erişte, bir kat peynirli-cevizli iç daha konur. En üste kalan erişteler yerleştirildikten sonra, erittiğimiz ve hafif yanmaya yüz tutmuş terayağ yemeğin üstüne dökülür.
Dumanı üstündeyken sofraya getirilir ve lööönnnkk diye masanın ortasına bırakılır… Böyle yapın ki eşiniz kaldırsın borcamı kafanıza indirsin:))))
Şaka tabi ki… Sevginizle pişirdiğiniz yemeğinizi ev ahalisinin tabaklarına paylaştırıp, onların yüzündeki mutluluğu görerek, ağzınıza attığınız her lokmada erişte, peynir, tereyağ ve cevizin o eşsiz dansını hissederek, bir öğünü daha başarıyla atlatmış olmanın haklı gururunu yaşayabilirsiniz…
Sevgiler, saygılar, hürmetler…
Yok yok kabul ediyorum; Ben bakan körlerden oldum…
Günlerdir bloglarda etkinlik furyası var, hepsine güzel güzel bakıyorum ama ne hikmetse hiç üzerime alınmıyorum.
Nihayet bugün dank etti ama maalesef gene geç kalmışım.
Aslına hayatı bu kadar geriden taklip etmem ama bugünlerde böyle işte.
“Ye#28 Geleneksel Kış Hazırlıkları” konulu etkinliğe ben de Kaplumbağa misali bir resimle katılmak istedim.
Daha önce bir mantı maceram vardı, bazılarınız okumuş olabilir. O facia sonunda hamuru değerlendirmek için kestiğim erişteyi, allayıp pullayıp yeni gibi sunuyorum, çaktırmayın:)))
Bu arada Cevizli Erişte yapar mısınız?
Lezzetli ve kalori deposu yemekler arasında salına salına yerini alan Cevizli Erişte’yi yapmayanınız varsa muhakkak denemeli.
Uzun zamandır yapmıyoruz ama sabahın şu kör gözünde sanki yapıyormuş gibi canlandırarak anlatayım size:
Diyelim ki bir Pazar günü… Ev ahalisi öğlene doğru vızıldanmaya başladı “Şöyle güzel ve değişik bir yemek olsa da yesek”… Üfff gene iş başa düştü yani… Pazar Pazar yan gelip yatmak dururken şimdi kalk saatlerce mutfakta uğraş didin, 2 dakika da yensin bitsin gitsin yaptıkların (Aaaa, hemencecik moda girdim yani!!). En iyisi basit, kolay ve doyurucu bir yemek: Cevizli Erişte…
Erzak dolabı açılır taaa arkalarda kalan erişte çıkarılır. Sıcak ve tuzlu suda haşlanmaya bırakılır. Diğer tarafta bir miktar köy peyniri (olsa ne güzel olur, yoksa dayayın beyaz peyniri) çatalla ezilir. Bolca ceviz havanda dövülür (Biraz iri kıyım kalması tercih edilir). Şööyleee bolca da tereyağ eritilir…
Erişte haşlandıktan sonra yuvarlak borcama (niye yuvarlaksa, sanki kare yada dikdörtgen olunca tadı değişiyor) biraz erişte konur. Üzerine ezdiğimiz peynir ve cevizler bolca serpilir. Bir kat erişte, bir kat peynirli-cevizli iç daha konur. En üste kalan erişteler yerleştirildikten sonra, erittiğimiz ve hafif yanmaya yüz tutmuş terayağ yemeğin üstüne dökülür.
Dumanı üstündeyken sofraya getirilir ve lööönnnkk diye masanın ortasına bırakılır… Böyle yapın ki eşiniz kaldırsın borcamı kafanıza indirsin:))))
Şaka tabi ki… Sevginizle pişirdiğiniz yemeğinizi ev ahalisinin tabaklarına paylaştırıp, onların yüzündeki mutluluğu görerek, ağzınıza attığınız her lokmada erişte, peynir, tereyağ ve cevizin o eşsiz dansını hissederek, bir öğünü daha başarıyla atlatmış olmanın haklı gururunu yaşayabilirsiniz…
Sevgiler, saygılar, hürmetler…
Gözleme
Aslında gözlemeyi bilmeyenimiz yoktur.
Muhakkak her evde yapılır.
En kötü ihtimalle yufkadan bile yalan dolan bir gözleme yapılıp nefis köreltilir.
Ancak ben size çok özel bir gözleme tarifi vereceğim.
Gözlememizin adı: Etli Gözleme…
Annemin memleketi olan, Ankara’nın Çamlıdere yöresine ait bir tariftir bu.
“Etli Gözleme”, yöresel özelliğini, içine konulan ottan almaktadır.
Un, maya, su ve tuz ile hamur yoğurulur.
İç olarak; kıyma, soğan, yağ, tuz ve Çamlıdere ağzıyla “Güye Otu” yani Soğan Otu kavrularak hazırlanır.
Şimdi ben bu kadar kendimden emin bir şekilde yazdım ya, siz benim bu işte usta olduğumu sanıyorsunuz değil mi?
Yanılıyorsunuz…
Yemek yapmak, hele ki gözleme yapmak kiimmm, ben kimmm…
Ama taktım ya bir kere, ben yapacağım.
Buyrun gözleme macerasına;
Ayça: “Anneciğim (Bir şey isteneceği zaman muhakkak söze bu şekilde başlanır) sen tarif etsen de ben gözleme yapsam, çok canım çekti”
Anne: “Yapamazsın”
Ayça : “Ya, bi deneyim ne olacak ki sanki, zaten sen bana bir şey öğretmiyorsun. Beni kınamazlar ki seni kınarlar, anası yatmış, kızına bir şey öğretmemiş. Yarın bir gün el içine çıktığımda kimbilir neler derler, vıdı vıdı vıdı vıdı”
Anne : “Ayyy, tamam kes, üç kuruş ver konuşsun beş kuruş ver susmasın. Kalk yap”
1-0 ben öndeyim:)))
Ayça : “Peki şimdi hamurunu nasıl yoğuracağız”
Anne: “Biraz un koy, biraz su koy, orada biraz toz maya vardı biraz onsan koy biraz da tuz koy, güzelce yoğur”
Ayça : “Oldu anacığım. Yani senin şu tariflerine de bayılıyorum. Biraz ın ölçüsü nedir, ben ne anlarım”
Anne: “Marifet onu anlayıp, yapmaktadır. Ben söyledikten sonra bir önemi kalmaz. Öyle bardakla, kaşıkla yemek yapılmaz. Kadın dediğinin ölçüsü gözündedir”
Yürüüü be annem kim tutar seniiiiiiiiiii…
Başından savmak istiyor ya, başardı da, bulaşmıycam… 1-1 berabereyiz:)))
Şimddiii, hamur yoğurulacak kap alınır. Biraz su ısıtılıp, kuru maya bir güzel eritilir. Dur suyunu az koyayım da deli gibi hamur olmasın. Hıh pek güzel oldu. Biraz da un koyalım, bir fiske de tuz.. Yoğur yoğur yoğur.. Elime yapıştı. O zaman biraz daha un.
“Anneeee, bunun kıvamı nasıl olacak?”
“Kulak memesi yumuşaklığında”
Allahım kulak mememi seviyorum. Yani bir kıvam, ancak ve ancak insan vücudundan bir uzuvla bu şekilde anlatılabilir. Yani kulak memesi deyip geçmeyin. Ya olmasaydı biz yemekleri, börek çörekleri nasıl yapardık. Perişan olurduk valla…
Neyse un du suydu derken, ve unlu bir kulak memesi eşliğinde (kıvam ancak dokunarak anlaşılabilir) hamuru yoğurdum.
“Anneeeeee… Geeeellll… Bir tanesini sen yap hem göreyim hem de resmini çekeyim, bak seni meşhur edeceğim. Uçan Kuş artık senin peşinde koşacak, artık seyreden değil seyredilen olacaksın, gel kız gelll…”
“Zevzek seni, konuşmada bak şimdi: İlk önce hamuru pazılara ayıracaksın. Bir avuç kadar pazı yeterli olur. Ondan sonra pazının bir tanesini alıp, güzelce açacaksın. Bir fırın tepsisi büyüklüğünde olacak”
“Ya anne, biz bunu mayaladık ama mayanın gelmesini beklemeyecek miyiz?”
“Hayır, burada ki amaç gözlemenin yumuşak olmasını sağlamak. Zaten pişirirken o hafif hafif mayalanır”
“Hımmm, anladım…”
“Hamuru açtıktan sonra bir güzel her tarafını yağlayacaksın. Sonra bohça şeklinde katlayacaksın. Ancak her katladığın tarafı tekrar tekrar yağlayacaksın”
“Oooo, anne ya, bu deli gibi yağ oldu ne biçim kilo yapar haberin var mı?”
“Sanki az yağlandığında az kilo yapar dimi. Yanında şekersiz çay iç bir şey olmaz…”
Stand-up cı annem benim… 2-1 annem önde…
“Hamuru bohça gibi kapattıktan sonra tekrar açacaksın. Biraz öncekinden daha küçük bir yuvarlak yaptıktan sonra içi koyup, katlayıp, kızgın teflon tavaya atacaksın. Ahhh, ahhh asıl bunu sac üstünde yapacaksın… Altına odun atacaksın çıtır çıtır yanarken, sacın üstünde bir güzel pişecek ki tadını işte o zaman gör sen… Şimdi doğalgaz üzerinde, teflon da pişirmeye çalış bunu… Her şey yok oldu bizim zamanımızda biz şöyle yapardık, böyle olurdu, dır dır dır dır vır vır vır…”
“Tamam tamam öğrendim ben yaparım artık, hadi byeeee sana”
Eveeett, ilk önce pazı alınır. Tezgah bir parça unlanır ve hamur açılmaya başlanır. Aaaa, oklovaya yapıştı bu hamur… Ya bırak, ayrıl… Ayrılsanaaaaa… Cık… İyi tamam panik yok. Yeniden başla. Oklovadan sıyır hamuru bir güzel yuvarlat. Ayyy pek güzel oluyor, Top gibi sanki… Tekrar açmaya başla… Birazcık aç, un serp, birazcık daha aç tekrar un serp, biraz daha aç, unla…
Salondan bir ses: “Ayçaaaaaaaa, çok unlamaaaa hamuruuuuu!!!”
Ya bu ne yaaaaaaa…
Kamera mı var mutfaktaaaa….
Bu annelerin her şeyi bilmesi gerekiyor muuuuu…
Bu nedir böyle yaaaaaa…
Küçüklüğümden beri bu kadından gizli bir iş yapamadım.
Sanki doğduğumda içime bir çip yerleştirmiş, her hareketimi takip ediyor.
Yıllar yılı bir şey yaparken “Acaba annem beni izliyor mu” korkusunu içinde yaşadım.
Uzun süre erkek arkadaşımla elele bile tutuşamadım ben yaaaa…
İlk kez okulu astığımda 5 dakika eve geç gitmiştim ve annem, “seni bugün Kızılay’da görmüşler” demişti.
10 dakika şok içinde kalıp “ama ama ama ben, anne, hık mık” yapıp ağlamıştım. Yıllar sonra annem itiraf etmişti, “Bildiğimden değil, sadece deneme yapmıştım, sen de dökülmüştün” diye:)))
Neyse, ağzı burnu bir tarafa giden hamurumu açıp, içine malzemesini yerleştirip kapattım. Ama yarım ay şekilde olmadı ki bu hamur. Kare desem değil, dikdörtgen değil, beşgen, altıgen piramit, silindir… Hiçbir geometrik şekle benzemiyor… Eeee ne olacak şimdi??? Hemen bir beyin fırtınası daha… Bir bıçak alınır… Kenarlarında ki fazlalıklar güzelcene kesilir ve yüce kadın Anne çağırılır… Hava atacağım ya, güya yaptım ya…
“Anneee, gel bak gell, biricik kızın ne kadar marifetli”
“Hımmm aferim, ellerine sağlık, o kestiğin parçaları atma da onlardan bir tane de boş gözleme yap bari”…
Yaaaaaaaaaaaaaaaaaa….. Bu anneler her şeyi bilmek zorundalar mıııııııııııı……………
Muhakkak her evde yapılır.
En kötü ihtimalle yufkadan bile yalan dolan bir gözleme yapılıp nefis köreltilir.
Ancak ben size çok özel bir gözleme tarifi vereceğim.
Gözlememizin adı: Etli Gözleme…
Annemin memleketi olan, Ankara’nın Çamlıdere yöresine ait bir tariftir bu.
“Etli Gözleme”, yöresel özelliğini, içine konulan ottan almaktadır.
Un, maya, su ve tuz ile hamur yoğurulur.
İç olarak; kıyma, soğan, yağ, tuz ve Çamlıdere ağzıyla “Güye Otu” yani Soğan Otu kavrularak hazırlanır.
Şimdi ben bu kadar kendimden emin bir şekilde yazdım ya, siz benim bu işte usta olduğumu sanıyorsunuz değil mi?
Yanılıyorsunuz…
Yemek yapmak, hele ki gözleme yapmak kiimmm, ben kimmm…
Ama taktım ya bir kere, ben yapacağım.
Buyrun gözleme macerasına;
Ayça: “Anneciğim (Bir şey isteneceği zaman muhakkak söze bu şekilde başlanır) sen tarif etsen de ben gözleme yapsam, çok canım çekti”
Anne: “Yapamazsın”
Ayça : “Ya, bi deneyim ne olacak ki sanki, zaten sen bana bir şey öğretmiyorsun. Beni kınamazlar ki seni kınarlar, anası yatmış, kızına bir şey öğretmemiş. Yarın bir gün el içine çıktığımda kimbilir neler derler, vıdı vıdı vıdı vıdı”
Anne : “Ayyy, tamam kes, üç kuruş ver konuşsun beş kuruş ver susmasın. Kalk yap”
1-0 ben öndeyim:)))
Ayça : “Peki şimdi hamurunu nasıl yoğuracağız”
Anne: “Biraz un koy, biraz su koy, orada biraz toz maya vardı biraz onsan koy biraz da tuz koy, güzelce yoğur”
Ayça : “Oldu anacığım. Yani senin şu tariflerine de bayılıyorum. Biraz ın ölçüsü nedir, ben ne anlarım”
Anne: “Marifet onu anlayıp, yapmaktadır. Ben söyledikten sonra bir önemi kalmaz. Öyle bardakla, kaşıkla yemek yapılmaz. Kadın dediğinin ölçüsü gözündedir”
Yürüüü be annem kim tutar seniiiiiiiiiii…
Başından savmak istiyor ya, başardı da, bulaşmıycam… 1-1 berabereyiz:)))
Şimddiii, hamur yoğurulacak kap alınır. Biraz su ısıtılıp, kuru maya bir güzel eritilir. Dur suyunu az koyayım da deli gibi hamur olmasın. Hıh pek güzel oldu. Biraz da un koyalım, bir fiske de tuz.. Yoğur yoğur yoğur.. Elime yapıştı. O zaman biraz daha un.
“Anneeee, bunun kıvamı nasıl olacak?”
“Kulak memesi yumuşaklığında”
Allahım kulak mememi seviyorum. Yani bir kıvam, ancak ve ancak insan vücudundan bir uzuvla bu şekilde anlatılabilir. Yani kulak memesi deyip geçmeyin. Ya olmasaydı biz yemekleri, börek çörekleri nasıl yapardık. Perişan olurduk valla…
Neyse un du suydu derken, ve unlu bir kulak memesi eşliğinde (kıvam ancak dokunarak anlaşılabilir) hamuru yoğurdum.
“Anneeeeee… Geeeellll… Bir tanesini sen yap hem göreyim hem de resmini çekeyim, bak seni meşhur edeceğim. Uçan Kuş artık senin peşinde koşacak, artık seyreden değil seyredilen olacaksın, gel kız gelll…”
“Zevzek seni, konuşmada bak şimdi: İlk önce hamuru pazılara ayıracaksın. Bir avuç kadar pazı yeterli olur. Ondan sonra pazının bir tanesini alıp, güzelce açacaksın. Bir fırın tepsisi büyüklüğünde olacak”
“Ya anne, biz bunu mayaladık ama mayanın gelmesini beklemeyecek miyiz?”
“Hayır, burada ki amaç gözlemenin yumuşak olmasını sağlamak. Zaten pişirirken o hafif hafif mayalanır”
“Hımmm, anladım…”
“Hamuru açtıktan sonra bir güzel her tarafını yağlayacaksın. Sonra bohça şeklinde katlayacaksın. Ancak her katladığın tarafı tekrar tekrar yağlayacaksın”
“Oooo, anne ya, bu deli gibi yağ oldu ne biçim kilo yapar haberin var mı?”
“Sanki az yağlandığında az kilo yapar dimi. Yanında şekersiz çay iç bir şey olmaz…”
Stand-up cı annem benim… 2-1 annem önde…
“Hamuru bohça gibi kapattıktan sonra tekrar açacaksın. Biraz öncekinden daha küçük bir yuvarlak yaptıktan sonra içi koyup, katlayıp, kızgın teflon tavaya atacaksın. Ahhh, ahhh asıl bunu sac üstünde yapacaksın… Altına odun atacaksın çıtır çıtır yanarken, sacın üstünde bir güzel pişecek ki tadını işte o zaman gör sen… Şimdi doğalgaz üzerinde, teflon da pişirmeye çalış bunu… Her şey yok oldu bizim zamanımızda biz şöyle yapardık, böyle olurdu, dır dır dır dır vır vır vır…”
“Tamam tamam öğrendim ben yaparım artık, hadi byeeee sana”
Eveeett, ilk önce pazı alınır. Tezgah bir parça unlanır ve hamur açılmaya başlanır. Aaaa, oklovaya yapıştı bu hamur… Ya bırak, ayrıl… Ayrılsanaaaaa… Cık… İyi tamam panik yok. Yeniden başla. Oklovadan sıyır hamuru bir güzel yuvarlat. Ayyy pek güzel oluyor, Top gibi sanki… Tekrar açmaya başla… Birazcık aç, un serp, birazcık daha aç tekrar un serp, biraz daha aç, unla…
Salondan bir ses: “Ayçaaaaaaaa, çok unlamaaaa hamuruuuuu!!!”
Ya bu ne yaaaaaaa…
Kamera mı var mutfaktaaaa….
Bu annelerin her şeyi bilmesi gerekiyor muuuuu…
Bu nedir böyle yaaaaaa…
Küçüklüğümden beri bu kadından gizli bir iş yapamadım.
Sanki doğduğumda içime bir çip yerleştirmiş, her hareketimi takip ediyor.
Yıllar yılı bir şey yaparken “Acaba annem beni izliyor mu” korkusunu içinde yaşadım.
Uzun süre erkek arkadaşımla elele bile tutuşamadım ben yaaaa…
İlk kez okulu astığımda 5 dakika eve geç gitmiştim ve annem, “seni bugün Kızılay’da görmüşler” demişti.
10 dakika şok içinde kalıp “ama ama ama ben, anne, hık mık” yapıp ağlamıştım. Yıllar sonra annem itiraf etmişti, “Bildiğimden değil, sadece deneme yapmıştım, sen de dökülmüştün” diye:)))
Neyse, ağzı burnu bir tarafa giden hamurumu açıp, içine malzemesini yerleştirip kapattım. Ama yarım ay şekilde olmadı ki bu hamur. Kare desem değil, dikdörtgen değil, beşgen, altıgen piramit, silindir… Hiçbir geometrik şekle benzemiyor… Eeee ne olacak şimdi??? Hemen bir beyin fırtınası daha… Bir bıçak alınır… Kenarlarında ki fazlalıklar güzelcene kesilir ve yüce kadın Anne çağırılır… Hava atacağım ya, güya yaptım ya…
“Anneee, gel bak gell, biricik kızın ne kadar marifetli”
“Hımmm aferim, ellerine sağlık, o kestiğin parçaları atma da onlardan bir tane de boş gözleme yap bari”…
Yaaaaaaaaaaaaaaaaaa….. Bu anneler her şeyi bilmek zorundalar mıııııııııııı……………
Baklava
Dünyanın en kolay ve en lezzetli Baklava tarifine hazır mısınız?
Kendim yaptım diye demiyorum, nefis olmuş nefis…Ayrıca ben bile yapabildiğime göre düşünün ne kadar basit…
Bu tarifi annemin tarif defterinden buldum.
Sararmış solmuş bir defter yaprağında çala kalem yazılmış…Bu işe kalkıştığımda annem ve babam şehir dışında olduğu için tamamıyla kendim becerdim.Demek oluyor ki, insanlar tek başlarına kaldıklarında yapamayacakları bir şey yokmuş… Gelelim tarifimize:İlk önce 2 küçük yumurtayı (yumurtanın da ebatları varmış. 45-50 gram yumurta küçükmüş. 60 gr civarındakiler büyükmüş) çukur bir kaba kıralım.
1 su bardağından 1 parmak kadar az, erimiş margarini ve 1 su bardağı ılık sütü (ben yağı çok kızdırmışım, ılınmasını bekleyemeden soğut sütün içine döktüm böylece sütü ılıtma faslından kurtuldum) ve kabartma tozunu koyalım.
Bir güzel karıştıralım.
Ondan sonra aldığı kadar unu karışımın içine koyup ne sert ne yumuşak bir hamur elde edelim.
Hani şu meşhur ve yüce “kulak memesi yumuşaklığı” kıvamı var ya, işte aynen öyle…
Hazırladığımız hamurun üzerini hafif nemli bir bezle örtüp, yaklaşık yarım saat dinlendirelim. Öbür tarafta ceviz içini hazırlayalım. Ceviz içi diyip geçmeyin.
Çok ciddi bir iştir bu.
Normal şartlar altında bir çoğunuz baklavanın içini sadece ceviz olarak düşünür.
Biz hem ceviz hem ekmek koyarız.
Yaklaşık 3 dilim kadar kuru ekmek rondodan geçirilir, teflon tavada bir miktar yağla, ekmekler ceviz rengine gelene kadar kavrulur.
Soğuduktan sonra yaklaşık 200 gr kadar dövülmüş cevizle karıştırılır.
Bu şekilde hazırlanan iç sayesinde baklavanız hem daha kabarık hem de daha lezzetli olur… Şimdi baklava hamurumuzu açmaya geldi. İlk önce baklavanızın kaç kat istediğinize karar vereceksiniz.
Ben üç kat olarak hazırladım.
Dinlendirdiğiniz hamuru ilk olarak üçe bölün.
İlk pazıdan ceviz büyüklüğünde parçalar kopartın.
Kaç adet çıkarsa artık şansınıza…
Ben 17 adet çıkartabildim.
Ondan sonra ki büyük pazıları da aynı miktarda küçültmeniz gerekecek.
Yani ben 51 kat yufkadan hazırlamış oldum baklavamı.
Nişasta yardımıyla ilk olarak hamurları tabak büyüklüğünde açın.
Aralarına bol nişasta serperek üst üste yerleştirin.
Bu arada Nişasta olayı benim için biraz karışık oldu.
Tarifte sadece nişasta yazıyordu.
Evde nişasta bulamayınca bende markete gittim.
Aaaa o da ne; 2 çeşit nişasta var.
Buğday ve Mısır nişastası…
Buyurun buradan yakın…
Yani elimi attığım her işte bir aksilik çıkmazsa olmaz.
Telefonda yok ki arayıp bir uzmana (!) soralım…
O zaman iç sesle konuşmaya başlayalım bakalım; “Sevgili iç ses, sen bu duruma ne diyorsun, sence hangisini alalım?”“Zor bir soru!”“Yapma ya… Evet zor.. Zor olduğu için zaten sana danışıyorum… Kalk da yardım et bana, tembel teneke”“Üfff iyi tamam, kutuların arkasına baktın mı ne yazıyor?”“Baktım bayan çok bilmiş, ikisinde de baklava için kullanılır ibaresi var…”“Tamam işte al birini”“Ooooo… Pek bir gevşemişsin sen…”“Üfff, o zaman mantık yürütelim…”“Hadi bakalım”“Buğday nişastası neden yapılıyor? Buğdaydan. Un neden yapılıyor; Buğdaydan… O zaman ha un koymuşsun ha buğday nişastası, pek bir fark yok. Mısır nişastası al…”“İyi de o zaman buğday nişastası diye bir kavram olmazdı değil mi? Muhakkak undan bir farkı var ki nişasta demişler insanlar buna. Ayrıca senin mantığınla gidersek, o zaman baklavanın içinde mısırın ne işi var?”“Ya bi git başımdan, ne alırsan al işte..”“Sana soranda kabahat zaten, yat zıbar sevgili iç sesim benim, zırnık vermiycem sana baklavamdan”Böyle bir tartışmadan sonra ben dayanamayıp iç sesimi dinledim; mısır nişastası aldım ve onu kullandım… Böyle bir anımı sizinle paylaştıktan sonra asıl konumuza gelelim. İlk grup baklavayı tabak büyüklüğünde açıp, üst üste yerleştirdikten sonra, hepsini beraber, tepsi büyüklüğünde açıp, yağlanmış tepsiye yerleştirelim.
Üstüne hazırladığımız içten bolca serpelim.
İkinci grup hamuru da açıp, tepsiye yerleştirip, geri kalan içi serpelim.
Son olarak üçüncü grup hamuru da açıp tepsiye yerleştirdikten sonra baklavayı dilimleyelim.
Diğer tarafta yaklaşık 200-250 gr tereyağını tavada iyice kızdıralım.
Sıcak sıcak, dilimlediğimiz baklavanın her tarafına dökelim.
Şöyle ki, yağı döktüğümüz anda hamurdan cızırttt sesi gelsin.
Önceden kızdırdığımız fırına atıp, üzeri nar gibi kızarana kadar pişirelim… Sıra şerbetine geldi; 4 bardak şeker, 3 bardak su ve yarım limon suyu…
Der tarifte…
Ama gözüme çok az geldi ve ben 6 bardak şeker, 5 bardak su olarak yaptım.
Baklava da kaldırdı.
Size şöyle yapın diyemeyeceğim, kararı kendiniz verin. Şimdi işin püf noktasına geldi. Burada dikkat edilmesi gereken konu şu: Baklava hamuru soğuk, şerbet sıcak olacak. Bu arada söylemesi ayıp, yaptığım baklava bir lezzetli olmuş, bir lezzetli olmuş inanın anlatamam… Eğer acemi şansı değilse, bu tarif muhteşem oluyor… Not: Bugünlerde hazırdan yiyeceğim…
Çünkü çok yoğunum çookkk…
O yüzden daha önce yazdığım ve kevgir dergisinin 3. sayısında yayınlanan bu yazımı ufak tefek eksiltmelerle kopyaladım.
Kadayıf Tatlısı
Hatırlıyorum…
Bir tatlı krizi anıydı…Çıldırmış bir şekilde mutfağa dalmıştım…Kesme şeker, toz şeker, reçel, nutrella fayda etmemişti…Şerbetli bir tatlı gerekiyordu…Çıldırmak işten bile değildi…“Tatlı” nidalarıyla sokağa fırlayıp Pastaneye koşarken, yarı yolda ev terliklerimin ayağımda olduğunu fark ettim…Kafamı kaldırıp “Ben nereye koşuyorum?” sorusu ile birlikte kadayıfçıyı görmem bir oldu…Yarım kilo kadayıf alıp aynı hızla eve geldim…Hemen kadayıfları açıp tırtıklamaya başladım. Daha önce hiç kadayıf tatlısı yapmamıştım ama bu kriz başka türlü atlatılamazdı.Yanlış hatırlamıyorsam kadayıflar bir parça sıvı yağ ile bir güzel harmanlanıyordu.Sonra tepsi yağlanıp bir parça kadayıf sıkıca bastırılarak tepsiye yerleştiriliyordu.Ortasına iri kıyım çekilmiş ceviz içi serpiştirildikten sonra geri kalan kadayıflar da iyice bastırılarak bir bütün (!) oluşturuluyordu. Sonra da önceden kızdırılmış fırına atılıyordu. Bu arada o aklımı çelen şerbet hazırlanıyordu. Standart şerbet ölçüsü işte; 3 su bardağı su, 4 su bardağı şeker, yarım limon suyu…Allahım Allahım nasıl güzel kızarmış, nasıl güzel kokuyor kadayıf…Soğuttuğum şerbeti fırından yeni çıkan nar gibi kızarmış kadayıfın üstüne döktük mü bu iş tamam…Hımm… nefis nefis…
Ama önce bir fotoğrafını çekeyim.
Hayatımda yaptığım ilk kadayıf tatlısı…Harika olmuş…Ama bir dakika yaaa…Ben Kadayıf tatlısı sevmem ki…Hayatta yemedim, yemem de…Üfff, zaten tatlı krizi falan da geçti bu kadar süre zarfında…Neyse ki diğer aile bireyleri sever…Afiyet olsun onlara:))))
Bir tatlı krizi anıydı…Çıldırmış bir şekilde mutfağa dalmıştım…Kesme şeker, toz şeker, reçel, nutrella fayda etmemişti…Şerbetli bir tatlı gerekiyordu…Çıldırmak işten bile değildi…“Tatlı” nidalarıyla sokağa fırlayıp Pastaneye koşarken, yarı yolda ev terliklerimin ayağımda olduğunu fark ettim…Kafamı kaldırıp “Ben nereye koşuyorum?” sorusu ile birlikte kadayıfçıyı görmem bir oldu…Yarım kilo kadayıf alıp aynı hızla eve geldim…Hemen kadayıfları açıp tırtıklamaya başladım. Daha önce hiç kadayıf tatlısı yapmamıştım ama bu kriz başka türlü atlatılamazdı.Yanlış hatırlamıyorsam kadayıflar bir parça sıvı yağ ile bir güzel harmanlanıyordu.Sonra tepsi yağlanıp bir parça kadayıf sıkıca bastırılarak tepsiye yerleştiriliyordu.Ortasına iri kıyım çekilmiş ceviz içi serpiştirildikten sonra geri kalan kadayıflar da iyice bastırılarak bir bütün (!) oluşturuluyordu. Sonra da önceden kızdırılmış fırına atılıyordu. Bu arada o aklımı çelen şerbet hazırlanıyordu. Standart şerbet ölçüsü işte; 3 su bardağı su, 4 su bardağı şeker, yarım limon suyu…Allahım Allahım nasıl güzel kızarmış, nasıl güzel kokuyor kadayıf…Soğuttuğum şerbeti fırından yeni çıkan nar gibi kızarmış kadayıfın üstüne döktük mü bu iş tamam…Hımm… nefis nefis…
Ama önce bir fotoğrafını çekeyim.
Hayatımda yaptığım ilk kadayıf tatlısı…Harika olmuş…Ama bir dakika yaaa…Ben Kadayıf tatlısı sevmem ki…Hayatta yemedim, yemem de…Üfff, zaten tatlı krizi falan da geçti bu kadar süre zarfında…Neyse ki diğer aile bireyleri sever…Afiyet olsun onlara:))))
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)